April 23, 2015
Ekselansları, öncelikle, kiliseleriniz adına Berlin’in kalbindeki bu ayini düzenlediğiniz ve bu gece bizi de davet ettiğiniz için teşekkürlerimi sunmak isterim. Benim buradaki varlığım, Alman devletinin ve siyasi liderlerinin geçmişle dürüst, düzgün ve öz eleştirel bir şekilde yüzleşme ilkesine her zamanki bağlılığının güçlü bir kararlılıkla sürdürdüğünün kanıtıdır.
Hanımlar ve beyler, bu ayinle bizler 100 önce planlı ve sistematik bir katliama uğrayan yüz binlerce Ermeni’yi anmaktayız.
Erkek, kadın, çocuk ve yaşlılar evlerinden sürülmüş, ölüm yürüyüşüne çıkarılmış, sığınacakları hiçbir barınakları, yiyecekleri olmaksızın bozkırda, çölde terk edilmiş, canlı canlı yakılmış, yakalanarak yok edilmiş, linç edilmiş ve ayrım gözetilmeksizin vurularak öldürülmüştür.
Bu planlı, hesaplı suçun işlenmesinin tek nedeni bu insanların Ermeni olmalarıdır. Süryaniler, Aramiler ve Pontuslu Rumlar da benzer bir akıbete uğramışlardır.
Günümüzde sahip olduğumuz bilgilerin ve son yıllarda yaşanmış siyasi ve insani vahşet olaylarının ışığında bugün Ermenilere yapılanın, 20. yüzyılı korkunç bir şekilde karartmış kitle kıyımları, etnik temizlikler, sürgünler, hatta soykırımlara örnek olduğunu açıkça görüyoruz.
Bu suçlar savaşların gölgesinde işlendi. Savaş, bu canavarca eylemlerin meşrulaştırılmasına hizmet etti. I. Dünya Savaşı’nda Ermenilere yapılan da buydu. Son yüzyılda başka yerlerde yapılanlar da bu şekilde oldu. Bugün hala birçok dini ve ulusal azınlıklara yapılmaya devam ediyor. Onlar ajan, yabancı güçlerin maşaları, ulusal birliği bozanlar, halkın düşmanları, ırkın düşmanları ya da siyasal yapının hastalanmasına neden olan patojenler olarak yaftalanıyor.
Kurbanları anıyoruz, onların bir kez daha sesi olmak için, hiçbir iz bırakmadan kaybolması istenen hikayelerinin anlatılmaya devam edilebilmesi için anıyoruz.
Evet, kurbanları kendimizi düşünerek de anıyoruz. İnsanlığımızı koruyabilmek için de anıyoruz; insanlığımızı koruyabilmemiz için tarihi yalnızca kazananlar ve yaşamaya devam edenler tarafından belirlenmemesini, yenilenlerin, kaybolanların, ihanete uğrayanların, yok edilenlerin de sesi olmasını sağlamamız gerekiyor.
Faillerden bahsetmeden kurbanları anmak, anma eyleminin eksik kalması anlamına gelir. Kurban olabilmesi için failin olması gerekir. Fail olmadan kurban da olmaz. Failler, dönemin Osmanlı İmparatorluğu yöneticileri ve yandaşlarıdır; aslında ırksal, etnik ya da dinsel saikler ile kitle katliamını gerçekleştirenler, fanatizm derecesinde yaptıklarının doğru olduğuna inanmışlardı.
Jön Türk ideolojisi, etnik olarak homojen bir ulus devlet kavramını, çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’ndaki farklı halkların ve dinlerin bir arada yaşadığı kayıp geleneğin alternatifi olarak gördü. Etnik ayrımlar, etnik temizlikler ve göç ettirmeler 20. yüzyılın başında ulus devletlerin doğuşunun karanlık yüzü oldu. Birliği ve temizliği vaaz eden ideolojiler genellikle dışlama ve zorunlu göçe nihai olarak da katliamlara götürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nda bu, Ermenilerin uğradığı soykırımcı dinamiği doğurmuştur.
Günümüzde 100 yıl önce yaşanan olayların en doğru hangi terim ile ifade edeceğine ilişkin bir tartışma yaşanıyor. Ancak bu tartışmanın terimler arasındaki farklılıklara indirgenmesine izin vermemeliyiz. Önemli olan – 100 yıl önce yaşanmış olmasına rağmen – bir halkın sistematik şekilde yok edildiğini tüm korkunç gerçekliğiyle tanımak, lanetlemek ve yasını tutmaktır. Bunu yapmadığımız takdirde, attığımız her adımda bize yol gösteren pusulamızı ve kendimize olan saygımızı kaybederiz.
Tarihi doğru şekilde kavrar, adaletsizliğin – bu adaletsizliği suçlusu bizim ulusumuz olsa bile – doğru adlandırabilir, günlük hayatımızda haklara ve insan haklarına saygı duyma ilkesine bağlılığımız temelinde birleşirsek, ancak o zaman kurbanların haysiyetini korumayı ve hem kendi ülkemizde, hem de sınırların ötesinde bir arada yaşamanın ortak insani temelini yaratmayı başarabiliriz.
Olanları anarak bugün yaşayanları suçlu ilan etmiş olmuyoruz. Uzun zaman önce bu suçu işleyenler artık aramızda değiller; onların çocukları ve torunları suçlu ilan edilemez. Ancak kurbanların nesillerinin bu tarihsel gerçeklerin ve dolayısıyla tarihsel suçun tanınmasını talep etme hakları vardır. Bugün yaşayanlar, her bireyin ve her azınlığın yaşam hakkına ve insan haklarına saygı göstermek ve bu haklarını koruma sorumluluğunu duymalıdır.
Ermenilerle ilgili olarak ise, suçluluktan ancak suçumuzu kabul ederek kurtulabileceğimizi, suçumuzu inkâr ederek, baskılayarak, ya da sıradanlaştırarak suçtan kurtulamayacağımızı bize öğreten köklü insanı deneyimimiz bize yol gösteren tek ilkemizdir. Biz Almanya’da, Nasyonal Sosyalist dönemde işlenen suçları – hepsinden önemlisi Avrupalı Yahudilerin imhasını - hatırlamayı zorlukla, çoğu kez utanç verici ayak sürümelerin sonunda öğrendik. Bu süreçte, tanınması ve koşulsuz olarak ortaya konulması gereken faillerin işlediği suç ile, onların nesillerinin taşıdığı kurbanları doğru şekilde anma sorumluluğu arasında bir ayrım yapmayı da öğrendik.
Bizim burada, Almanya’da, Ermeni halkının katlini de hatırlamamız son derece önemli ve kesinlikle hakkaniyetlidir. Burada Ermenilerin ve Türklerin de çocukları yaşamakta ve her iki tarafın da anlatacağı hikayeleri var. Ancak barış içinde bir arada yaşamak için, geçmişle yüzleşmede aynı objektif ilkeleri izlememiz büyük önem taşır.
Bu durumda, biz Almanlar da, Ermeni Soykırım’ında sorumluluğun, belki de suçun ortağı olarak, bir bütün olarak bu süreçte yer almalıyız.
Alman subayları, tehcirin planlamasında, hatta yürütülmesinde yer aldılar. Ermenilere karşı alınan önlemlerin ardında yıkıcı, yok edici bir niyet olduğunu açık bir şekilde anlayan Alman gözlemci ve diplomatların tavsiyeleri dinlenmedi, görmezden gelindi; çünkü Alman devleti müttefiki olan, Osmanlı ile ilişkilerinin bozulmasını istemiyordu. Ermenilere yapılanları özel temsilcisi vasıtası ile gayet ayrıntılı öğrenen Alman Şansölye Bethmann Hollweg Aralık 1915’te, “Tek hedefimiz Türkiye’yi, bu süreçte Ermeniler öldürülsün ya da öldürülmesin, savaşın sonuna kadar yanımızda tutmaktır,” diyordu. Bunu duymak bize acı veriyor, ama aynı zamanda, en önemlilerinden biri Johannes Lepsius olan ve yaptıkları yayınlarla Ermeni halkının çektiği açıları dünyaya duyuran Almanlar da vardı.
Ermenilere yapılanların fotoğraflarını çeken ve savaştan sonra düzenlediği slayt gösterileriyle yaşananları Alman izleyicilerine anlatan da Alman sıhhiyeci Armin Theophil Wegner’di. Musa Dağ’da Kırk Gün romanıyla Ermenilerin planlı bir şekilde yok edilmeye karşı direnişlerinin sanatsal bir anıtını diken de Avusturyalı Franz Werfel’di. 1933’te yayınlanmasının hemen ardından kitap Almanya’da yasaklandı. Ama çok geçmeden Yahudilere ne olacağının habercisi niteliğindeki bu roman Bialystok ve Vilnius’taki Yahudi gettolarında okunmaktaydı. Gerek Üçüncü Reich’ın sansürcüleri, gerekse Yahudiler kitabı ve anlattığı hikayeyi iyi anlamışlardı.
Adolf Hitler Alman ordularına Polonya’ya saldırı emrini verirken ve onlara “Leh soyundan gelen ya da dilini konuşan erkek, kadın ve çocukları acımadan öldürün” 22 Ağustos 1939 tarihli talimatı verdiği operasyon emrini gönderirken, kolektif bir tepkisizlikle karşılaşacağını biliyordu ve bu nedenle o ünlü “Ermenilerin imhası hakkında kim konuşuyor ki?” sorusunu sordu.
Biz konuşuyoruz! Biz. Bugün, 100 sonra bile bunu ve insanlığa ve insanlık onuruna karşı işlenen suçları konuşuyoruz. Bunu yapıyoruz, çünkü bu şekilde Hitler’in haklı çıkmasına izin vermiyoruz. Bunu yapıyoruz, çünkü etnik temizliği meşru gören hiçbir diktatör, hiçbir tiran işleyeceği suçların görmezden gelineceğini, unutulacağını sansın istemiyoruz.
Evet, bizler hâlâ tarihin rahatsız edici gerçeklerini, sorumluluğun inkârını ve geçmiş suçları konuşuyoruz. Bunu, kendimizi tarihin karanlığına mahkûm etmek için değil, bireylerin ve halkların imha ve terör tehdidiyle karşı karşıya kaldıklarında tetikte olmak ve zamanında tepki göstermek için yapıyoruz.
Bunu, mezhepler, dinler, ya da diller temelinde ve etnik ya da dinsel sınırlara göre ayrı ayrı gruplar halinde değil, hep birlikte yaparsak iyi bir şey yapmış oluruz. Bugün, dünyanın herhangi bir yerinden gelen, her bir hatırlama ve barışma işaretini minnetle karşılıyoruz. Ve ben özellikle Türkler ve Ermeniler arasında anlayış ve yumuşamayı ifade eden her cesaret verici emareye özellikle müteşekkirim.
Kimse gerçeklerden korkmamalıdır. Gerçek olmadan barışma da olmaz. Ancak el ele vererek sek bizleri ayıran ve ayırmaya devam eden ne varsa üstesinden gelebiliriz. Bizlere emanet edilen dünyamızın aydınlık geleceğini ancak hep birlikte kurabiliriz.